5 Aralık 2011 Pazartesi

ÇÜNKÜ

Bana bakıyorsun. Beni görmek istiyorsun.
Öyle bakmak ki sakladığım "BENİ" görebilecek kadar. Benden öte beni anlayacak kadar.
Seni seviyorum çünkü beni dinliyorsun hem de bütün ruhunla. Söyleyemediklerimi bile duyacak kadar. Beni anlıyorsun; söylediğimden çok daha fazlasını. Seni seviyorum çünkü benimle konuşuyorsun, anlatıyorsun, anlaşılıyorsun. Seni seviyorum çünkü bana önemli olduğumu hissettiriyor, saygı duyuyor, sahipleniyorsun. Ne fazla ne az; saydığın kadar seviyor, sevdiğin kadar sayıyorsun. Seni seviyorum çünkü istediğin gibi değil, beklediğim gibi davranmaya özen gösteriyorsun. Seni seviyorum çünkü hep güzel olanı görmeye çalışıyorsun.
Seni seviyorum... Sen benim en yakın dostumsun, başkasın, teksin... Sevilmeye en değer olansın.
Eşim, sırdaşım, sevincim, mutluluğum, sevdam, yuvamsın çünkü seni seviyorum.

MANTIKZEDE EĞRİLİKPERESTLERE

Aşkla yapılmayan evliliklere "MANTIK EĞRİLİĞİ" denir. Sorunsuz, fabrikasyon evlilikler. Tıkır tıkır işleyen bir fabrika gibi. Herkes görevini bilir ve yapar. Evlilik kurumu fabrikaya, eşler birbiriyle uyum içinde çalışan ve yalnızca kendi görevlerini yerine getiren makinelere ve çocuklar da üretilen ürünlere benzer. Sorunsuz, mükemmel işleyen bir sistem ama ruhsuz, duygusuz...
Ama ortada bir gerçek var: AŞK GERÇEĞİ
Bu sahneye yakıştıramayız kendimizi. Bu rolü oynarız beğenmesek de istemesek de. Ezberlenmiş repliklere döner sözlerimiz. Birileri yazar birileri yönetir bizi. Geçip karşımıza seyerederler. Alkışladıkları da olur zaman zaman. Neticede oyuncuyuzdur, oynuyoruzdur işte. Ya sonu bekleriz ya da... 
ya da gerçeğe döneriz. Artık kimse yazamaz, kimse yönetemez. Yalnızca bize ait olması gereken bir hayatı. Kendi kendimizin yönetmeni oluruz. Bunu başaramazsak eğer ne o oyun sahnesine layık görebiliriz kendimizi ne de sıyrılabiliriz üstümüze yapışan rollerden. 
Bir gerçeğimiz olmasa kolay olurdu belki... Aşk gerçeği! O gerçek ki yalnızca mantık eğriliğinden sıyrılabilmiş olanların gerçeği. Hiçbir sahneye koyamayacağımız ve belki de hiçbir zaman alkışlanmayacak olan o gerçek. Ama gerçek işte... Her şeyiyle bize ait olan, bedenimiz gibi, ruhumuz gibi, kendimiz gibi... İnsan kendinden saklayabilir mi kendini? 
Delilik mi bu? Zaten bu kadar akıllı fazla bu dünyaya. Hem kim iddia edebilir ki normal olanın akıllılık olduğunu. Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Tüm fabrikaları bombalasak, yerle bir etsek. İçinde hiçbir ruhu barındırmadan, duyguya yer olmadan tıkır tıkır işleyen o fabrikaları. Bir avuç hurda yığınına çevirsek. Nasıl olsa bir gün paslanmaya mahkum değiller mi?
Uzun  bir yolculuğa çıksak sonra, elimizi eşimizin eline, yüreğimizi yüreğine koysak. Biz kendimizce yaşarken kendi benliğimizi; yalnızca o en yüce duygunun esiri olsak. Ne mevsimlerden geçeriz ne yıllardan ne de bütün o gereksiz teferruatlardan. Nasıl olsa her şey bir şekilde gelip geçer hayatımızdan . Bir aldığımız nefesi biliriz can gibi! Gerçek olan odur çünkü. Nefessiz bile yaşamayı öğretir o gerçekler bize kim bilir. Ya da daha çooook yanarız o gerçeğin ateşiyle. 

Öznur HEDİK

3 Aralık 2011 Cumartesi

CAN RENGİ ÖMÜR YEŞİLİ

Renklere gizledim bütün değerlerimi.
Beyaza, bir çocuğun; 
Küçük, masum ellerini
Ve o çok sevdiğim papatyaları,
Biraz onurumu, biraz gururumu,
Bir tutam da umudumu.
Maviye sakladım gökyüzümün aydınlığını,
Bulutlanmasın yarınlarım diye.
Denizlerimi sakladım;
Serin, deli ve dalgalı...
Yaşamak gibi!
Biraz sarı, biraz kırmızı, biraz da kahverengi
Bütün renklerin çalınabilir belki
Ama hapsolmam karanlığa...
Çünkü, yeşile sakladım en değerlimi...
GÖZLERİNİ!!!

(En Değerlime)

Öznur HEDİK

2 Aralık 2011 Cuma

DENGE

Yalnızca kendimizi ararız aslında. Sözlerin, yüzlerin, gözlerin, gizlerin ardında yalnızca kendimizi arar dururuz. Sözlerin ardındaki gizleri arar, gizlerin anlam kazandığı gözlere bakar ve kendimizi görmeye çalışırız. Söylemeyi en çok istediklerimizi, söylemeyi başarabildiklerimizi veya söyleyemediklerimizi, duyduğumuz sesler, sözcükler ve onların sahipleridir en yakın hissettiklerimiz. Bu yüzdendir kimsenin hiçbir şey bulamadığı ve belki de kimsenin etkilenmediği, görmediği birine, herkesten farklı olarak hissetiğimiz yakınlık, herkesin gördüğünden ötesini görmemiz bundandır. Tıpkı aynaya bakmak gibi yalnızca kendimizi görmek için.
Bütün yüzlerde, bütün gözlerde kendimizi ararız. Zaman zaman hiç bulamayacağımız hissine kapıldığımız olur. Ama yine de ararız. Bazen de bir gün mutlaka o yüzün sahibini bulabileceğimize inanır, bekleriz. Hangi kesesi ağırsa terazinin o tarafa yıkılmaz mı? Diğer kefe yükselir yükselmesine ama, değer mi kazanır yükselerek? Bir tarafın eğilmesi diğerini yüceltir mi? İpine uyum sağlayamayan, onunla bütünleşemeyen bir cambaz düşmeye mahkum değil midir? Eğer bulabilirsek kendi yansımamızı, aynamızı, aynımızı, eş ruhumuzu… İşte o zaman hayatımız değişir. Ne daha aşağıda ne de yukarıda karşımızda görmeye başlarız değerlimizi. Tam karşımızda! İşte o zaman değil düşmek, yalpalamayız bile.
Birileri buna dengini bulmak der. Bense dengeyi bulmak derim.

Öznur HEDİK

28 Kasım 2011 Pazartesi

SONBAHARDA AŞK

Siyahlarımı beyaza boyarken,
Grileri buldum.
Sonra sen çıkageldin,
Grinin solgun yüzüne.
Ne kül rengi umutsuzluklar kaldı,
Ne duman...
Mavilerim, yeşillerim, sarılarım var artık.
Sen varsın.
Umutlar doğurdum, büyütüyorum,
Aydınlıklar içinde.
Ne güzel yaşadık baharımızı sonbaharda.
Yağmurlara inat damlalarda bulduk aşkı,
Yağmurun sesinde.
Hiç üşümedi ellerimiz.
Erguvanın yalnızlığına inat,
Kuruyan yaprakların,
Rüzgarla savrulma çaresizliğine inat.
Bir arada, sıcacık,
Kahve kokusu, yağmur buğusu,
Sen ve sonbaharın renkleri,
Sarı, yeşil, kahverengi yollar,
Bitmesin diye yalvardığım.
Sesinde, nefesinde, kokunda,
Yıllar da geçer mi yollar gibi?
Çınar ağaçlarının sabrı gibi,
Bekler mi aşk bizi?
Savrulmadan, kaybolmadan...

Öznur HEDİK

3 Ekim 2011 Pazartesi

''AŞK'' OLSUN

Aynaya baktığınızda kendinizi her zamankinden daha güzel hissediyorsanız, aynadaki yüze yalnızca kendi gözlerinizle değil, başkalarının gözleriyle de bakıyor ve kendinize aptal aptal gülümsüyorsanız. Gözlerinizdeki ışık içinizi titretiyor hatta kalp atışlarınız hızlanıyorsa, zaman zaman yüz kaslarınızda bir sızı hissedip bunun sürekli gülümsediğiniz için olduğunu fark ettiyseniz, bazen gözleriniz kör, kulaklarınız sağırmış gibi etrafınızda olup bitenleri  görmüyor, duymuyorsanız. Açlığı, susuzluğu hatta yorgunluğu hissetmeyecek kadar uyuştuysanız. Her zamankinden daha dolu yaşadığınız halde, hala eksik bir şeyler varmış gibi hissediyorsanız, o her gün dinlediğiniz şarkılara her zamankinden daha çok kulak kabartıyorsanız ve bu şarkıların aslında çok güzel olduğunu yeni fark ettiyseniz, kendinizi her zamankinden daha güçlü ve mutlu hissediyorsanız; hani dünya yansa umurunuzda olmuyorsa. Daha az uyuduğunuz halde daha zinde hissediyorsanız, içinizden gülmek, şarkı söylemek geliyorsa. Çevrenizdekiler çıldırmış olabileceğinizi düşünüp, seni bir doktora ya da hocaya götürsek diye tekliflerde bulunuyorlarsa. Ki bu durumunuzu başkalarının gözüne sokacak kadar içiniz içinize sığmıyor demektir. Bütün sonuçları, bir sebebe bağlıyorsanız ve bütün sebeplerinizi de tek bir sonuca... Kendi kendinize konuşuyorsanız, ara sıra da olsa nedenini bilmediğiniz fakat daha önce hiç yaşamadığınız, tarifsiz bir korkuya kapılıyor; ve anlam veremediğiniz zaten de veremeyeceğiniz bir şekilde bu korkulardan sıyrılıyorsanız,
âşıksınız demektir. Aşk bir çeşit hastalıksa eğer, geçmiş olmasın size. Hatta iyileşmemek için dua edin. Dua edin kalsın bedeninizde, benliğinizde. Ateşe dokunun hatta ateş olun. Eriyin gerekirse  sürünün hatta ölün. Ne gelecekse AŞK'tan gelsin başınıza.

Öznur HEDİK

SAKLI DENİZ

Bazen hırçın bazen sütliman, asi-uysal bir denizim ben. Evet, başıma buyruğum çoğu zaman ama yine de başımı kaldırıp bakarım semaya. Hangi renge bürünmüşse bulutlar, onun rengini alırım. Ilık da olsam buram buram bahar kokan bir nisan günü, gökyüzü beni çekebilir kendi griliğine. Sanırlar ki buz kaplamış içimi. Oysa ki sıcacıktır kalbim, bilmezler. Şubat gelir, donar ruhum. Ah! O yalancı bahar. Işıl ışıl olur bulutlar; masmavi sıcacık neşeli. Hemen boyayıverir beni kendi rengine, gözlerim güler. Oysa ki bilmezler, üşür yüreğim. Bu yüzdendir isyanım zaman zaman. Deli deli dalgalanışım bundandır. Ne beklerler ki başka? Hangi suretle bakarlarsa bana onun yansıması gördükleri. Bir berrak suyum yalnızca. Bana bakmak, kendini görmektir. Öyle bir bakış yetmez beni görmeye. Dedim ya, o sadece kendi yansımalarıdır. Beni görmek demek: Ufkumu, ruhumu görmek demektir. Bir dalgıç gibi inerek ruhuma, anlamaktır her köşesini. Görmektir bütün renklerimi. Griye boyamışken gökyüzü bedenimi; Benliğimdeki maviyi bilmektir. Irmak olup akmaktır ruhuma.
Asi-uysal bir denizim işte. Kabahat bende değil ki, yüzmeyi bilmeyende...

Öznur HEDİK

YAZIK ETME

Söyleyemediklerim kalır yüreğimde.
Konuşmak isterim,
Kelimeler düğümlenir boğazımda.
Sakinmiş gibi görünürüm ama
Fırtınalar kopar yüreğimde.
Kalbim avaz avaz bağırırken,
Tek kelime çıkmaz dudaklarımdan.
Sessiz, kıpırtısız, nefessiz ağlar içim; 

Gözlerim tepkisiz.
Kalbim kanar, tükenir, yanar,
Tütmez.
Gitme! ''Gitme kal'' diyemem.
Öylece bakarım ardından.
Eğer gidersen söner güneşim,
Hapsolurum karanlığa,
Üşürüm,
Hem karanlıktan korkarım ben.
Diyemem.
Gitme! ''Kal'' diyemem.
Gidersen biter baharım. 
Hem kış ürkütür beni,
Üşürüm.

''Kal'' diyemem.
Adın aydınlık, adın bahar, adın AŞK.
"GİTME KAL!" DİYEMEM.
Yazık olur...

Öznur HEDİK

28 Eylül 2011 Çarşamba

YALNIZLIK ÇÖKTÜĞÜ ZAMAN

Oysa ki yalnızca bir kaç dakika sürmüştü. Öylece geçivermiştim önünden. Ama içime işledi yalnızlığı. Yaşlanmış kerpiç duvarlarının çatlakları arasından umuda yeşeren otlar; bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Yılların yorgunluğuyla eğilmişti başı. Öylesine hüzünlü gözlerle bakıyordu ki. Tahtaları çürümüş, camları kırılmış,boyası eskimiş hatta yer yer dökülmüştü. Kim bilir en son ne zaman kapatılmış ve bir daha açılmamış olan kapısı, dimdik duruyordu durmasına ama gözlerindeki kırgınlığı gizleyemiyordu yine de.
Yalnızca bir kaç dakikaya sığdırabildiğim kocaman hayaller, hikayeler canlandı gözümde. Çocuk sesleri, kahkahalar, ağıtlar çınladı kulağımda. Işıkları bir yandı bir söndü gözlerimde. Türlü türlü yemek kokuları sızdı sanki dışarı, bacası tüttü. Adeta canlanıverdi beynimde. Bekledikleri gelmiyor diye miydi bu çöküş? Unutulduğunu mu düşünüyordu? Sonsuzluğa mı uğramıştı yoksa kimini kimsesini bilinmez. Ama yorulmuştu artık beklemekten, belliydi. Çevresinde türlü otlar, yabani çiçekler ve o koca gövdeli ceviz ağacı; her şeye rağmen hayat devam ediyor der gibiydi. Evet, hayat devam ediyordu ve ben yürüyüp gittim; gözlerim nemli, aklım karışık.
O hüzünlü bakışları günlerce aklımdan çıkmadı. Kim bilir ne hayatlar yaşanmıştı o evde. Kim bilir belki de şimdilerde harabeye dönen o pencerede, kaç kez sevdiği adamı beklemişti evin hanımı. Kim bilir kaç kez özlemle ve sevdiğinin hayaliyle çalmıştı kapıyı evin beyi. Evin büyük oğlu orada doğmuştu belki de. Küçük kızları da olabilirdi. İlk karnesini aldığında, hoplaya zıplaya çıkmış olmalıydı o merdivenleri,sevinçle. Belki de daha sonra gelinlikle çıkmıştı o evden kim bilir. Bir çok sevince, hüzne tanıklık etmiş olmalıydı bu ev. Ama yalnızdı işte. Tek başınaydı...
Belki de bu yüzden bu kadar içimi titretti. İnsanoğlu da böyle olabilirdi pek ala. Her güne koca bir hayat sığdırıp, başka hayatlara sokulup, kalabalıkla yoğrulduğu halde yalnız kalabilirdi eninde sonunda. Gözleri yolda bekleyebilirdi özlediklerini. Her şeye rağmen hayat devam ederken birileri için, insan günden güne tükenebilirdi hayattan umutsuz. Belki de bu korkuydu beni benden alıp götüren. Belki de yalnızlıktan korktuğum içindi. Evet!... ''Yalnızlıktan korktuğum için.''di...

Öznur HEDİK

23 Eylül 2011 Cuma

MUTLULUK ÇİÇEKTİR, TOPRAĞI SEN

Bazen dağ başlarında açarlar. Uzakta, yüksekte, en tepede. Özensiz, düzensiz ama kendine has güzelliği ve mis kokusuyla, kendiliğinden. Bazen de emek ister, ilgi ister, şefkat ister. Pencerenizin önünde, sıcağınızda, yakınınızda olmasına rağmen, öyle kendiliğinden yeşerip büyüyemez, uğraş ister.
O kadar çok sebebiniz vardır ki bazen mutlu olmak için; bir kelebek misali uçup, birinden diğerine dokunursunuz çiçeklerin. Bazen de sebebiniz olmasa dahi baharı beklemez mutluluk. Kışın ortasında açan kardelen çiçekleri gibi hayatınıza sokuluverir. Mucize gibi. Rengine kokusuna anlamlar yüklersiniz. İşte bu anlamlardır mutluluktan payınıza düşen.
Her gün biraz daha büyüsün diyedir emekleriniz. Suyunda, toprağında, güneşinde saklıdır mucizeler. Baktıkça, besledikçe daha da görkemli hale gelir. Ona ne kadar yaklaşırsanız; o kadar benliğinize işler. Kök salar; büyür. En güzelleri de verimli topraklarda açar kuşkusuz. Ona en çok şeyi verende, en çok isteyende. Biz onu büyütecek toprağız aslında. Biliyorum ki: eğer toprağı taze tutmayı başarabilirsek dünya çiçek bahçesine döner.

Öznur HEDİK

SENİ...

Bir çocuğun büyümesini izlemek gibi bana olan sevgini bilmek. Günden güne büyüyeceğini bildiğim halde, yarın ne olacağını hatta sonunu bildiğim halde beklemek. Emeklediğinde yürüyüşünü hayal etmek ama özlemle, merakla bekleyerek yaşamak gibi bir şey. Yalnızca o anın tadını çıkararak. Sonu gelmeyecek bir özlemle bekleyerek.
O çok sevdiğim dizi filmi izlemek gibi bir şey, bana olan sevgini duymak isteyişim. Sonunu tahmin ettiğim halde, söylemeni istemeyişim ve heyecanla bekleyişim. "BEN SENİ..." diye başlayan o cümlenin sonunu duymak istemeyişim bundan. Sanki büyüsü kaçacak ve ben bu kadar heyecanla beklemeyeceğim bir sonrakini. Sanki sonu gelecek gibi. Biliyorum ya, işte bu dünyalara değer. Biliyorum ya yeter. Söyleyemiyorum diye kızma bana olur mu? Bitmesin diye, yitmesin diye bekleyişim. Bil yeter.  Bil ki: "BEN DE SENİ..."

Öznur HEDİK

21 Eylül 2011 Çarşamba

KADINCA ''KADIN''

Erkek, evlilik inşasında çok şeydir. Kağıttır; kalemdir mesela. Ama kadın, her şeydir. Mimarıdır evliliğin. Çizer, şekil verir, hayat verir, can verir.
Erkek, çok şeydir. Demirdir, taştır, sudur, çimentodur belki. Ama kadın her şeydir. Taşır; çalışır, çalışır, çalışır. Yorulur. Kadın, evlilik inşasının ustasıdır.
Kadın ister, erkek istemez; kadın yapar.
Kadın konuşur, erkek susar; kadın anlar. Kadın, sessizliği duyar.
Erkek ağlamaz. Kadın; yerine ağlar, yerine sever, yerine duyar, yerine anlar, yerine...
Adanmaktır kadın olmak. Emektir. ''BEN'' olamaz elbette evlilikte. Evlilik ''BİZ'' olmaktır. Oysa ki kadın olmak daima ''SEN'' olmaktır. Yerine yaşamak ve hatta ölmektir...

Öznur HEDİK

20 Eylül 2011 Salı

AŞK OLSUN MANTIĞA

İnsan hangi duygusunu sorgulayabilir ki hayatta? Öfke mi? Şefkat mi? Kin mi; nefret mi? Hangisine engel olmaya çalışır? Kabul edelim ki hiçbirini. Beyin işi midir bu? Hayır. Gönül dinlemez...
Ne gariptir ki insan; ''kutsal'' diyebilecek kadar değer biçtiği halde yargılamaya, sorgulamaya çekinmez AŞK'ı... Gönül işidir bu ama beyin dinlemez. O her şeyden üstün tuttuğumuz ''MANTIK'' nedense en olmadık yerde işler. Öfkeye, kine, nefrete işlemez. Anne şefkatinde, çocuk neşesinde, tabiat sevgisinde mantık aradık mı hiç? İnsanoğlu ne ister AŞK'tan? "ESKİDEN" derler ya hep. Evet eskiden herkes aşkına bakardı. Beyin de haddini bilirdi kalp de. Bu ne karmaşa böyle, yorulmadınız mı? ''AŞK'' Her ne aşkı olursa olsun. Yaşamaya değmez mi? Bırakın bu mantık saçmalığını artık. Mantık kendine ters düşeli çok oldu. Bu bizim uydurmamız sadece? Biz ne tarafa çekersek o tarafa gider. Hangi beyne girerse onun şeklini alır. Öyleyse  neden mantık kalıbına sokulur aşk. Hangi gönüle girerse onun şeklini alsa ya. Bakmayın siz benim üzerine yazılar yazdığıma. SAÇMA! Doyamamak mıdır aşk, kıyamamak mıdır? SAÇMA! Öyle mi yaşanır aşk böyle mi? SAÇMA! Aşk istediği gibi yönetsin bizi bırakın. O bizi soksun kendi kalıbına.
Onu yakaladıysanız eğer öyle sıkı tutun ki izin vermeyin kaçmasına. Başınıza geldiyse eğer emin olun yeryüzünde başınıza gelebilecek en güzel şey budur. Sakın ola sırtınızı dönmeyin ve ne olur artık incitmeyin, küstürmeyin aşkı.
AŞKLA KALIN!...

Öznur HEDİK

18 Eylül 2011 Pazar

ÇARŞAMBA'YA MEKTUP VAR

Anılarımın Şehrine...
Nasılsın? Neler yaşıyor, neler yaşatıyorsun güzel sokaklarında şimdi kim bilir. Dolaşıyor mu aşıklar  yine çiçekli bahçelerinde? Nazlı nazlı salınıyor mu ırmağının boylarında çam ağaçları? Yeşilırmak sevgiyle selamlayarak seni; akıyor mu yine usul usul?
Ne güzel yaşanır şimdi oralarda bahar. Ah, şimdi oralarda olmak vardı!... Seninle yaşamak vardı baharı. Buralarda nasıl özlemle anlatıyorum seni bir bilsen. "Memleketler içinde en güzel memlekettir." diyorum Çarşamba. Kıskanıyorlar seni benden. Yapmayın diyorum, hepinizi seviyorum ama Çarşamba'mı bir başka seviyorum işte.
Evet, anılarımın şehri, gönlümün gözü seni düşünüyorum seni. Gözlerim nemli nemli seni düşünüyorum. Sen beni kucakladın, yaşattın içinde; ben sende doyasıya seni yaşadım. Daha küçücükken anlatırlardı bize: ''Çarşamba'yı sel aldı'' diye başlardı bu anlatmalar. Çok eskiden zamanın birinde iki kara sevdalı genç yaşarmış kollarında. Kavuşamamışlar, ölüp gitmişler sevdaları uğruna. Ahmet ve Melek... Benim duygu yüklü, sevgi yüklü, koca yürekli memleketim. Tanıklık edince bu kötü sona, nasıl da ağlamışsın onların ardından; ırmaklardan engin denizlere taşarcasına. Senin de sesin karışmış bu ağıtlara: ''Çarşamba'yı sel aldı, bir yar sevdim el aldı...''
Belki de daha ne ayrılıklara ağladın belli etmeden. Kimlere sevindin, kimlere üzüldün... Gidenleri bekledin benimle, sabırla. Gelenleri kucakladın, ağırladın sokaklarında.
Hiç naz yapmadın, küsmedin, kırılmadın, inat etmedin. Nasıl geçti yıllar; nasıl değişti, nasıl değiştirdi seni. Güvendin, bıraktın kendini; yetiştirdiğin o güzel insanların ellerine...  
Toprağın, yaz yağmurlarıyla misler kokan toprağın! Her bir şeyin gibi bambaşka. Senin o sıcak kanlı, o güzel insanın gibi toprağın da açık gelenlere. Misafirperver onlar gibi. Hiç birini geri çevirmez bitkilerin. "Gelin!" der, "Hepinize yetecek kadar yer var gelin". Taş eksen hani yeşerip büyüyecek belki de. Ah, benim yeşil gözlü memleketim! Olur da bu kadar mı geniş olur yürek dediğin!
Kimler var şimdi köprülerinde? Yine yol gösteriyor musun Samsun'a gelenlere, Ordu'ya gidenlere? Ah benim bahar kokulu memleketim, gelip geçen yolculara el mi sallıyorsun yine? Şimdi köprülerinden geçen çatal yürekli memleketimin o güzel insanlarına, Yeşilırmak'la birlikte şarkılar söylüyorsundur. Irmağının şırıl şırıl akışını dinliyordur güzel memleketimin insanları...
Dolup taşıyordur yine parkların. Belki de çocuk seslerini dinliyorsundur şimdi cıvıl cıvıl. Kuşlar da ötüşüyordur. Sohbete gelen konukların vardır. Bir bardak çay bir de sen... Dedim ya şimdi oralarda olmak vardı. Ne güzel şarkılar söylerdik ılık yaz akşamlarında; geniş meydanlarında. Yıldızlar bir başka güzel parlardı senin semalarında...
Benim yeşil gözlü, bahar kokulu memleketim. Seni öyle masum seviyorum ve özlemle kucaklıyorum. Ben seni unutur muyum?! Sen de beni unutma. Ben senden gitsem bile sen bende kalacaksın.
Seni seviyorum ruhumun arzusu, kendine iyi bak!...

Öznur HEDİK

11 Eylül 2011 Pazar

BÜYÜDÜK VE BAŞIMIZ GÖĞE ERDİ SONUNDA


Çocuk kalmayı becerebilseydik keşke... Anlamsız da olsa gözyaşlarımız; en azından bir işe yarardı... Derlerdi ki: "Sen yeter ki AĞLAMA..." Koşup gelirdi yanımıza o en çok ihtiyaç duyduğumuz. Ve sarardı şefkatli kollarıyla. Gülüşümüz içten; kahkahamız şen olurdu. Kafamız yastığa beş kala dalardık uykuya. Kim bilir; belki mutlu rüyalar bile görürdük. En azından sabah olsun isterdik, gün yeniden başlasın ve sonra yeniden... Oyunlar kurardık; bozup tekrar kurardık ve sonra tekrar. Bir telafisi olurdu mutlaka her şeyin. Bir küser bir barışırdık. Uzun süren küslüklerimiz; mutsuzluklarımız, telaşlarımız; yalnızlıklarımız olmazdı. Ve biz; bir çocuğun damağındaki şeker tadında yaşardık. Ama yaşardık. Ve yaşamaktan hiç yorulmazdık. Keşke ÇOCUK kalabilseydik. Ya da bir çocuk oyunu oynar gibi yaşayabilseydik. Oyunlar kurup, olmadığında bozup; yeniden aynı heyecanla fakat daha özenli  devam edebilseydik. Öncesini ya da sonrasını düşünmeden, kaygısız. KEŞKE çocuk kalmayı başarabilseydik ve büyümek istediğimizde kızanlara hiç bir anlam veremeseydik...

Öznur HEDİK

8 Eylül 2011 Perşembe

ÇIĞLIK

Bazen hayata çok erken geldiğimi düşünüyorum. Bazen de geç kaldığımı...Tam zamanı demişliğim azdır bir çok şey için...Gitmek zamanı gidemeyişlerim, konuşmak zamanı susmuşluklarım(...)var benim... Beklemeyi bile beceremeyişim bundan... Korkumdan... Ya hep geç kaldım ya da çok erken çünkü... İçimde koca bir boşluk... Yerini neyin dolduracağını başını, sonunu, sınırlarını kestiremediğim bir boşluk... Dışarı çıkmak geliyor içimden... Çığlık atmak... Derin derin nefes almak... Solumak karanlığı... Koşmak... Bağıra çağıra şarkılar söylemek... Sonra oturup bir köşeye; geceyi dinlemek... Gülmek sebepsiz... Saatlerce gökyüzüne bakmak... Yıldızların gizemini düşünmek... Kendine benzetmek o en uzaktaki en cılız olanı... Sonra en parlak olanı seçmek inadına... Biraz üşümek... Sonra kalkıp yürümek... Nereye gittiğini bilmeden; rotasız, merak bile etmeden.... Ayak seslerimi dinleyerek... Mesafe dinlemeden... Sonra çıkarıp elime almak ayakkabılarımı... Toprağı hissetmek... Bir kere de olsa telaşsız, zamansız, sebepsiz, sadece kendim için yaşamak geliyor içimden...
O kadar zor ki bu... Kahretsin...Çünkü yine çok geç...

Öznur HEDİK

22 Ağustos 2011 Pazartesi

''SEN'' ''BEN''DEN GEÇERKEN

EY! YOLUMUN YOLCUSU! 
Sen bana gelirken; sarp yollardan virajlardan geçtin... Kar da gördün boran da... Geldin... Ne bir adres sordun ne yolunu şaşırdın... Geldin... Bana geldin; benim yoluma... Engeller yoktu; koymadım oysa ne bir ışık ne bir işaret... Trafik desen imkansız...

Ey! YOLCU!! Aşılmaz yolları aştın, gelinmez dedim geldin de; düz yolda mı şaşırdın yolu? Düze kadar mıydı?

Şimdi nereden çıktı bu kural bilmezlik bu acele?
İyisi mi yolcu; sen YİNE beni dinle...
Sevgi caddesi bitince sana dönersen yol çıkmaza giriyor... Sen gel bir 'u' dönüşü yap... Saygı sokakta bekliyor olacağım...
 DÖNEMEYECEKSEN DE BEKLEME YAPMA...

Öznur HEDİK

19 Ağustos 2011 Cuma

MASKELERİN ARDINDAKİLER

Onlar biraz başkadırlar... Aynı dili konuşur, aynı havayı teneffüs ederiz. Aynı kültürün mirasçısı hatta kimi zaman aynı ailenin bireyleri bile olabiliriz. Ama aynı değilizdir işte... 


Dar kalıplara sığdırılmaya çalışılan; geniş fikirli insanlar. Nefes alamadıklarına; boğulur gibi çırpınışlarına tanık olmuşuzdur çoğu zaman... Biliriz...Anlarız... 


Başkaları tarafından çizilen sınırlarda yaşamanın; hep başkaları gibi olmaya (değilse de benliğini açığa vurmamaya)çalışmanın zorluğunu anlarız... Anlarız (...) da onlar kadar asi olabilmeyi bir türlü beceremeyiz işte... Biliriz ve onlar gibi olamadığınız için ısrarla onları da kendimize benzetmeye uğraşırız... Kolay olan budur çünkü... Diyemeyiz... ben: .....ben.... ''BEN''im işte ''SEN'' olamam ki...

Öznur HEDİK

BOŞLUKTA

 Alıp başımı gidebilsem diyorum; sessizliğin sakinliğine... Sesten, herkesten uzak,yalnız...Öylece susup kendimi dinlesem...''Kendini dinlemek...'' İşte buna hiç fırsat veremiyorum...içimde bir telaş bir kargaşa... Aklım başka söylüyor, kalbim başka... Bense bir o yana bir buyana savrulup duruyorum... Bütün bunları düşünmeyeceğim bir yer olmalı.. 


Sessiz, kimsesiz... öyle bir yer ki yoktan ibaret... Hiç bir şey, hiç kimse olmamalı..Zaman durmalı..
Gitmeliyim...Alıp başımı gitmeliyim...
Belki de kendimi bile dinlememeliyim...Evet dinlememeliyim ... aklım susturmaya çalışırken kalbimin sesini...Ne aklıma uymalıyım ne de duymalıyım kalbimin /SESSİZ ÇIĞLIK/ larını...Ya da kalmalı; boğulup ölmeliyim kendi kalabalığımda...

Öznur HEDİK

16 Ağustos 2011 Salı

HAYALE KANAT ÇIRPAN UMUTLAR

Bugün  hayallerimle randevum vardı.. Gelmediler... Olsun be... Kırılmadım; küsmedim onlara... Nasıl olsa bir gün mutlaka gelecekler biliyorum... Gelecekler.
 Haber edin demişler kuşlara; ona deyin ki: ''Ne kadar ısrarla, tutkuyla, özlemle beklerse bizi; o kadar bayram olacak gelişimiz.''

Bu gün kuşlar buradaydı... Pencereme konup sonsuzluğu, özgürlüğü fısıldadılar bana. "Sakın vazgeçme" dediler hayal etmekten. Onlarda sana kavuşacağı günü bekliyorlar.
En sadık dostum: UMUDUM ve BEN hayatımıza sokulacakları günü bekliyoruz. Hayallerimin kökleri umutlarım. Onları hep taze tutuyorum. Çünkü biliyorum; UMUTLARIM KIRILIRSA HAYALLERİM SOLAR!!

Öznur HEDİK

VAR ve YOK ARASINDAYKEN

Tanıdık bir ses duymanın, bildik bir yüz görmenin, alışık olduğunuz bir limana gemi misali sığınmanın özlemi kapladı mı hiç benliğinizi?
Bilir misiniz ne korkunç bir yalnızlık duygusuna dönüşür bu özlem? Bir ses bazen ne denli yakınlaştırır geçmişi.. Eskilerden bir ses alır götürür sizi yaşanmışlıklara.. Belki de yarım kalmışlıklara... Ya da hiç yaşayamamışlığın çaresizliğine..Sessizliğine...Kimsesizliğine...
Bekliyorken aslında tam da ne istediğinizi bilmeden..
Öyle eski anıları düşünürken;gözlerinizin önünden akıp gidenlere, geçiyordum uğradım der gibi...

Tarifi imkansız bir boşluk ya da sarhoşluk hallerindeyken...O sesle irkildiğiniz oldu mu?Bir varmış bir yokmuş zannederken...
BİR VARMIŞ HEP VARMIŞ dediğiniz???...

11 Ağustos 2011 Perşembe

FİKRİMDE YOLCULUK

Uzun süredir okumak için aradığı kitabın İzmir'de bir kütüphanede olduğunu duymuştu Ahmet. Birkaç gün içinde trenle Ankara'ya gitti. Kütüphane görevlisine aradığı kitabın adını söyledi.
-'Evet ' dedi kütüphane görevlisi; ''o kitap elimizde mevcut yalnız şu anda içerde bir bayanda. Biraz beklemeniz gerekecek.''
-''Peki''dedi Ahmet; ''Şuracıkta bekliyorum”
Bir süre sonra kütüphane görevlisi geldi ve kitabı masanın üzerine bıraktı.
_''Buyurun'' dedi. Teşekkür etti Ahmet ve heyecanla kitabın sayfalarını çevirmeye başladı.
Ahmet sayfaları çevirirken, her sayfanın altında özenle yazılmış dipnotlar olduğunu fark etti. Bu notlarda yazılan fikirler öylesine hoşuna gitmişti ki artık kitabı okumayı bırakıp bu dipnotları okumaya
başlamıştı. Adeta büyülenmişti. Hemen kitabı alıp kütüphane görevlisinin yanına koştu. Bu notları kimin yazmış olabileceğini sordu.
-''Az önceki bayan tarafından yazılmış olmalı'' dedi kütüphane görevlisi. Ahmet O'na nasıl ulaşabileceğini sordu.
-''Adını, adresini kaydetmiştim'' dedi kütüphane görevlisi.
Adreste, Ayşe'nin İstanbul’da oturduğu yazılıydı. Kendisi gitmek yerine mektup yazmaya karar verdi Ahmet. Mektubunda; okudukları ortak kitapta yazdıklarını çok beğendiğini ve kendisiyle mutlaka 
tanışmak istediğini yazdı. Ayşe, Ahmet'e cevaben yazdığı mektupta bir süre mektupla haberleşmek istediğini fakat daha sonra tanışabileceklerini söyledi.
...
Aradan tam iki yıl geçmişti ve Ahmet artık duygularından emindi. Ayşe’ye kendisine âşık olduğunu ve kendisiyle görüşmek için İstanbul'a gideceğini yazdı.
''Peki'' dedi Ayşe ''Öyleyse ben gelirim. Ve kocaman harflerle ''BEN DE SANA ÂŞIK OLDUM'' diye yazdı. Salı günü için sözleştiler. Ayşe kırmızı bir elbise giyeceğini ve yakasına da kırmızı bir gül 
takacağını yazdı.
Geçmek bilmeyen günler-gecelerden sonra salı günü gelip çatmıştı. Ahmet koşa koşa gara gitti ve beklemeye başladı. Nihayet tren geldi ve tam ayaklarının önünde açılan kapıdan kalabalık 
gruplar halinde insanlar inmeye başladı. Sonra kırmızı elbiseli, masal prenseslerini bile kıskandıracak güzellikte, ışıl ışıl masmavi gözleri olan genç bir bayan inmeye başladı. Ahmet gözlerine inanamadı.
Büyülenmişti. Fakat tam o anda kırmızı elbiseli, şişman, benekli kocaman kırmızı gözlüklü başka bir bayan inmeye başladı. Ahmet’in aklına yakasına bakmak geldi ve yakasında kocaman kırmızı bir gül vardı.
Ne yapmalıydı Ahmet hangisine koşmalıydı.(?)Bir tarafta hayallerini süsleyen, diğer tarafta fikirlerine âşık olduğu kadın duruyordu.  Bir an durdu ve düşündü Ahmet. Sonra fikirlerine (beynine)âşık 
olduğu kadının yanına gitti.
-''Merhaba Ayşe'' dedi.
''Ayşe mi? Sanırım benzettiniz'' dedi bu genç bayan.
-''Nasıl olur'' dedi Ahmet; ''Sizi yakanızdaki gülden tanıyacaktım.''
-''Haa bu gül mü?'' dedi genç bayan, ''Az önce trenden inen kırmızı elbiseli bayandan almıştım. Sizi garın çay salonunda bekliyor...''  

Öznur HEDİK

DANANIN KUYRUĞU

Bir şeyler eksik veya yetersiz olduğunda yapılacak şeyler vardır. Eksik olan şeyi üretebilir veya ödünç alabiliriz. ‘Dil’de de böyle olmuyor mu?
Bir kelimenin eksikliğinde veya yetersizliğinde kavramı karşılayacak kelimeyi üretmek yerine ödünç almıyor muyuz çoğu zaman?

Garip olan bir şeyler yok mu sizce de? Aslında kimse bize hadi buyurun dilimizi kullanın demiyor. Biz ihtiyacımız olduğu için tamamen kendi irademizle yapıyoruz bunu... 

Ya da şöyle mi demeliyim acaba? Başka çaremiz de yok zaten mecbur kalıyoruz bir yerde.
Aman ha sakın ola dilimize yabancı sözcükleri sokmayalım diyen amcalar biraz komik olmuyor mu? Sen canın istediğinde istediğin kelimeyi alacak, utanmadan sanki kendi malınmış gibi eğip bükecek, kendi ünlü uyumuna bile uyduracaksın; bu da yetmeyecek yeni şeklini TÜRKÇE sözlüğüne koyup karşısına anlamını bile yazacaksın. Sonra da vay efendim dilimiz yozlaşıyor yok efendim gençliğin dili bozuldu diyeceksin. Yok yaaa… ''Bu ne perhiz ne lahana turşusu'' demezler mi adama?
Kavramlara (soyut-somut) karşılık bulamayıp tabir-i caiz ise kelimeleri çalarak gençliğin önüne koyanlara, aynı yolu takip ederek yabancı sözcükleri canının istediği gibi kullanan yeni neslinde söyleyecek sözü var elbette…

KLAVUZU KARGA OLANIN BURNU...

Öznur HEDİK

KADIN OLMAK

İsminizden önce cisminizin kararı verilir. Eğer erkek olma şansına eriştiyseniz kolay kolay vazgeçilmez olursunuz. Her şeye rağmen kalabilmeyi başarmışsanız anne rahminde eğer; çok kolay hayat dediğin...

Kadın olmak nedir ki? Yeryüzünde yapılabilecek en kolay iş... Sürekli amcalara,teyzelere pipinizi göstermek zulmünü hiç yaşamazsınız...Kadın olduğunuz o gün;erkekliğe ilk adımı atıklarında yapılan onca meşekate gerek yoktur .öyle görkemli kutlamalara bile gerek yoktur.Yapacağınız tek şey sessizce hayatınıza devam etmektir..


Doğurgan olabilmenizde, dünyanın en kutsal unvanını alabilecek olmanızda anne olabilecek olmanızda kutlanacak bir şey yoktur çünkü... Alt tarafı anne olacaksınızdır işte...
 
Anne olmak nedir ki? Alt tarafı dünyaya bir erkek getirecek, koruyup kollayacak, besleyip büyütecek, vakti geldiğinde onu başka bir kadına emanet edeceksiniz. Erkek,  erkek olabilsin diye yaratıldınız çünkü... Hepsi bu...

Ne giyeceğinizi, nasıl oturup kalkacağınızı, nerede konuşup nerede susacağınızı, ne zaman güleceğinizi, hatta gülüp gülmeyeceğinizi, okuyup okumayacağınızı, hadi okudunuz
 
çalışıp çalışmayacağınızı, hadi çalışıyorsunuz kazandığınız parayı nasıl harcayacağınızı, evlenip evlenmeyeceğinizi hatta kiminle evleneceğinizi, ne zaman kaç çocuk sahibi olacağınızı.
Düşünmenize bile gerek yoktur. Nasıl olsa birileri sizin yerinize karar vermiştir. Siz bir şekilde yaşayıp gidersiniz...

Biz kadınına SULTAN unvanı verip, koca imparatorluğun yönetiminde söz sahibi yapmış bir ecdadın torunlarıyız aslında. Oysa şimdi kendi hanesinde bile söz sahibi olamayan kadınların olduğu bir ülkede kadın olmak zor.  Ama en zoru da KADIN OLAMAMAK...

Öznur HEDİK

14 Temmuz 2011 Perşembe

Ne ilk Ne de Son

Gökyüzünün kırmızıya yüz tuttuğu bir akşamda
Üzerine geliyorsa sert adımlarla karanlık
Resimleşiyorsa anıların gözlerinde
Düşünme artık bırak
Kapatıp da gözlerini bir şeyler diliyorsan
Ağlıyorsan görünmez gözyaşlarınla
Ne ilk aşık oluşundur bu
Ne de son durak...



Gri Kelebek sitesinin tüm hakları Öznur HEDİK'e aittir.
İzin alınmadan ve kaynak göstermeden alıntı yapılamaz!


Paylaş!

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites