28 Eylül 2011 Çarşamba

YALNIZLIK ÇÖKTÜĞÜ ZAMAN

Oysa ki yalnızca bir kaç dakika sürmüştü. Öylece geçivermiştim önünden. Ama içime işledi yalnızlığı. Yaşlanmış kerpiç duvarlarının çatlakları arasından umuda yeşeren otlar; bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Yılların yorgunluğuyla eğilmişti başı. Öylesine hüzünlü gözlerle bakıyordu ki. Tahtaları çürümüş, camları kırılmış,boyası eskimiş hatta yer yer dökülmüştü. Kim bilir en son ne zaman kapatılmış ve bir daha açılmamış olan kapısı, dimdik duruyordu durmasına ama gözlerindeki kırgınlığı gizleyemiyordu yine de.
Yalnızca bir kaç dakikaya sığdırabildiğim kocaman hayaller, hikayeler canlandı gözümde. Çocuk sesleri, kahkahalar, ağıtlar çınladı kulağımda. Işıkları bir yandı bir söndü gözlerimde. Türlü türlü yemek kokuları sızdı sanki dışarı, bacası tüttü. Adeta canlanıverdi beynimde. Bekledikleri gelmiyor diye miydi bu çöküş? Unutulduğunu mu düşünüyordu? Sonsuzluğa mı uğramıştı yoksa kimini kimsesini bilinmez. Ama yorulmuştu artık beklemekten, belliydi. Çevresinde türlü otlar, yabani çiçekler ve o koca gövdeli ceviz ağacı; her şeye rağmen hayat devam ediyor der gibiydi. Evet, hayat devam ediyordu ve ben yürüyüp gittim; gözlerim nemli, aklım karışık.
O hüzünlü bakışları günlerce aklımdan çıkmadı. Kim bilir ne hayatlar yaşanmıştı o evde. Kim bilir belki de şimdilerde harabeye dönen o pencerede, kaç kez sevdiği adamı beklemişti evin hanımı. Kim bilir kaç kez özlemle ve sevdiğinin hayaliyle çalmıştı kapıyı evin beyi. Evin büyük oğlu orada doğmuştu belki de. Küçük kızları da olabilirdi. İlk karnesini aldığında, hoplaya zıplaya çıkmış olmalıydı o merdivenleri,sevinçle. Belki de daha sonra gelinlikle çıkmıştı o evden kim bilir. Bir çok sevince, hüzne tanıklık etmiş olmalıydı bu ev. Ama yalnızdı işte. Tek başınaydı...
Belki de bu yüzden bu kadar içimi titretti. İnsanoğlu da böyle olabilirdi pek ala. Her güne koca bir hayat sığdırıp, başka hayatlara sokulup, kalabalıkla yoğrulduğu halde yalnız kalabilirdi eninde sonunda. Gözleri yolda bekleyebilirdi özlediklerini. Her şeye rağmen hayat devam ederken birileri için, insan günden güne tükenebilirdi hayattan umutsuz. Belki de bu korkuydu beni benden alıp götüren. Belki de yalnızlıktan korktuğum içindi. Evet!... ''Yalnızlıktan korktuğum için.''di...

Öznur HEDİK

23 Eylül 2011 Cuma

MUTLULUK ÇİÇEKTİR, TOPRAĞI SEN

Bazen dağ başlarında açarlar. Uzakta, yüksekte, en tepede. Özensiz, düzensiz ama kendine has güzelliği ve mis kokusuyla, kendiliğinden. Bazen de emek ister, ilgi ister, şefkat ister. Pencerenizin önünde, sıcağınızda, yakınınızda olmasına rağmen, öyle kendiliğinden yeşerip büyüyemez, uğraş ister.
O kadar çok sebebiniz vardır ki bazen mutlu olmak için; bir kelebek misali uçup, birinden diğerine dokunursunuz çiçeklerin. Bazen de sebebiniz olmasa dahi baharı beklemez mutluluk. Kışın ortasında açan kardelen çiçekleri gibi hayatınıza sokuluverir. Mucize gibi. Rengine kokusuna anlamlar yüklersiniz. İşte bu anlamlardır mutluluktan payınıza düşen.
Her gün biraz daha büyüsün diyedir emekleriniz. Suyunda, toprağında, güneşinde saklıdır mucizeler. Baktıkça, besledikçe daha da görkemli hale gelir. Ona ne kadar yaklaşırsanız; o kadar benliğinize işler. Kök salar; büyür. En güzelleri de verimli topraklarda açar kuşkusuz. Ona en çok şeyi verende, en çok isteyende. Biz onu büyütecek toprağız aslında. Biliyorum ki: eğer toprağı taze tutmayı başarabilirsek dünya çiçek bahçesine döner.

Öznur HEDİK

SENİ...

Bir çocuğun büyümesini izlemek gibi bana olan sevgini bilmek. Günden güne büyüyeceğini bildiğim halde, yarın ne olacağını hatta sonunu bildiğim halde beklemek. Emeklediğinde yürüyüşünü hayal etmek ama özlemle, merakla bekleyerek yaşamak gibi bir şey. Yalnızca o anın tadını çıkararak. Sonu gelmeyecek bir özlemle bekleyerek.
O çok sevdiğim dizi filmi izlemek gibi bir şey, bana olan sevgini duymak isteyişim. Sonunu tahmin ettiğim halde, söylemeni istemeyişim ve heyecanla bekleyişim. "BEN SENİ..." diye başlayan o cümlenin sonunu duymak istemeyişim bundan. Sanki büyüsü kaçacak ve ben bu kadar heyecanla beklemeyeceğim bir sonrakini. Sanki sonu gelecek gibi. Biliyorum ya, işte bu dünyalara değer. Biliyorum ya yeter. Söyleyemiyorum diye kızma bana olur mu? Bitmesin diye, yitmesin diye bekleyişim. Bil yeter.  Bil ki: "BEN DE SENİ..."

Öznur HEDİK

21 Eylül 2011 Çarşamba

KADINCA ''KADIN''

Erkek, evlilik inşasında çok şeydir. Kağıttır; kalemdir mesela. Ama kadın, her şeydir. Mimarıdır evliliğin. Çizer, şekil verir, hayat verir, can verir.
Erkek, çok şeydir. Demirdir, taştır, sudur, çimentodur belki. Ama kadın her şeydir. Taşır; çalışır, çalışır, çalışır. Yorulur. Kadın, evlilik inşasının ustasıdır.
Kadın ister, erkek istemez; kadın yapar.
Kadın konuşur, erkek susar; kadın anlar. Kadın, sessizliği duyar.
Erkek ağlamaz. Kadın; yerine ağlar, yerine sever, yerine duyar, yerine anlar, yerine...
Adanmaktır kadın olmak. Emektir. ''BEN'' olamaz elbette evlilikte. Evlilik ''BİZ'' olmaktır. Oysa ki kadın olmak daima ''SEN'' olmaktır. Yerine yaşamak ve hatta ölmektir...

Öznur HEDİK

20 Eylül 2011 Salı

AŞK OLSUN MANTIĞA

İnsan hangi duygusunu sorgulayabilir ki hayatta? Öfke mi? Şefkat mi? Kin mi; nefret mi? Hangisine engel olmaya çalışır? Kabul edelim ki hiçbirini. Beyin işi midir bu? Hayır. Gönül dinlemez...
Ne gariptir ki insan; ''kutsal'' diyebilecek kadar değer biçtiği halde yargılamaya, sorgulamaya çekinmez AŞK'ı... Gönül işidir bu ama beyin dinlemez. O her şeyden üstün tuttuğumuz ''MANTIK'' nedense en olmadık yerde işler. Öfkeye, kine, nefrete işlemez. Anne şefkatinde, çocuk neşesinde, tabiat sevgisinde mantık aradık mı hiç? İnsanoğlu ne ister AŞK'tan? "ESKİDEN" derler ya hep. Evet eskiden herkes aşkına bakardı. Beyin de haddini bilirdi kalp de. Bu ne karmaşa böyle, yorulmadınız mı? ''AŞK'' Her ne aşkı olursa olsun. Yaşamaya değmez mi? Bırakın bu mantık saçmalığını artık. Mantık kendine ters düşeli çok oldu. Bu bizim uydurmamız sadece? Biz ne tarafa çekersek o tarafa gider. Hangi beyne girerse onun şeklini alır. Öyleyse  neden mantık kalıbına sokulur aşk. Hangi gönüle girerse onun şeklini alsa ya. Bakmayın siz benim üzerine yazılar yazdığıma. SAÇMA! Doyamamak mıdır aşk, kıyamamak mıdır? SAÇMA! Öyle mi yaşanır aşk böyle mi? SAÇMA! Aşk istediği gibi yönetsin bizi bırakın. O bizi soksun kendi kalıbına.
Onu yakaladıysanız eğer öyle sıkı tutun ki izin vermeyin kaçmasına. Başınıza geldiyse eğer emin olun yeryüzünde başınıza gelebilecek en güzel şey budur. Sakın ola sırtınızı dönmeyin ve ne olur artık incitmeyin, küstürmeyin aşkı.
AŞKLA KALIN!...

Öznur HEDİK

18 Eylül 2011 Pazar

ÇARŞAMBA'YA MEKTUP VAR

Anılarımın Şehrine...
Nasılsın? Neler yaşıyor, neler yaşatıyorsun güzel sokaklarında şimdi kim bilir. Dolaşıyor mu aşıklar  yine çiçekli bahçelerinde? Nazlı nazlı salınıyor mu ırmağının boylarında çam ağaçları? Yeşilırmak sevgiyle selamlayarak seni; akıyor mu yine usul usul?
Ne güzel yaşanır şimdi oralarda bahar. Ah, şimdi oralarda olmak vardı!... Seninle yaşamak vardı baharı. Buralarda nasıl özlemle anlatıyorum seni bir bilsen. "Memleketler içinde en güzel memlekettir." diyorum Çarşamba. Kıskanıyorlar seni benden. Yapmayın diyorum, hepinizi seviyorum ama Çarşamba'mı bir başka seviyorum işte.
Evet, anılarımın şehri, gönlümün gözü seni düşünüyorum seni. Gözlerim nemli nemli seni düşünüyorum. Sen beni kucakladın, yaşattın içinde; ben sende doyasıya seni yaşadım. Daha küçücükken anlatırlardı bize: ''Çarşamba'yı sel aldı'' diye başlardı bu anlatmalar. Çok eskiden zamanın birinde iki kara sevdalı genç yaşarmış kollarında. Kavuşamamışlar, ölüp gitmişler sevdaları uğruna. Ahmet ve Melek... Benim duygu yüklü, sevgi yüklü, koca yürekli memleketim. Tanıklık edince bu kötü sona, nasıl da ağlamışsın onların ardından; ırmaklardan engin denizlere taşarcasına. Senin de sesin karışmış bu ağıtlara: ''Çarşamba'yı sel aldı, bir yar sevdim el aldı...''
Belki de daha ne ayrılıklara ağladın belli etmeden. Kimlere sevindin, kimlere üzüldün... Gidenleri bekledin benimle, sabırla. Gelenleri kucakladın, ağırladın sokaklarında.
Hiç naz yapmadın, küsmedin, kırılmadın, inat etmedin. Nasıl geçti yıllar; nasıl değişti, nasıl değiştirdi seni. Güvendin, bıraktın kendini; yetiştirdiğin o güzel insanların ellerine...  
Toprağın, yaz yağmurlarıyla misler kokan toprağın! Her bir şeyin gibi bambaşka. Senin o sıcak kanlı, o güzel insanın gibi toprağın da açık gelenlere. Misafirperver onlar gibi. Hiç birini geri çevirmez bitkilerin. "Gelin!" der, "Hepinize yetecek kadar yer var gelin". Taş eksen hani yeşerip büyüyecek belki de. Ah, benim yeşil gözlü memleketim! Olur da bu kadar mı geniş olur yürek dediğin!
Kimler var şimdi köprülerinde? Yine yol gösteriyor musun Samsun'a gelenlere, Ordu'ya gidenlere? Ah benim bahar kokulu memleketim, gelip geçen yolculara el mi sallıyorsun yine? Şimdi köprülerinden geçen çatal yürekli memleketimin o güzel insanlarına, Yeşilırmak'la birlikte şarkılar söylüyorsundur. Irmağının şırıl şırıl akışını dinliyordur güzel memleketimin insanları...
Dolup taşıyordur yine parkların. Belki de çocuk seslerini dinliyorsundur şimdi cıvıl cıvıl. Kuşlar da ötüşüyordur. Sohbete gelen konukların vardır. Bir bardak çay bir de sen... Dedim ya şimdi oralarda olmak vardı. Ne güzel şarkılar söylerdik ılık yaz akşamlarında; geniş meydanlarında. Yıldızlar bir başka güzel parlardı senin semalarında...
Benim yeşil gözlü, bahar kokulu memleketim. Seni öyle masum seviyorum ve özlemle kucaklıyorum. Ben seni unutur muyum?! Sen de beni unutma. Ben senden gitsem bile sen bende kalacaksın.
Seni seviyorum ruhumun arzusu, kendine iyi bak!...

Öznur HEDİK

11 Eylül 2011 Pazar

BÜYÜDÜK VE BAŞIMIZ GÖĞE ERDİ SONUNDA


Çocuk kalmayı becerebilseydik keşke... Anlamsız da olsa gözyaşlarımız; en azından bir işe yarardı... Derlerdi ki: "Sen yeter ki AĞLAMA..." Koşup gelirdi yanımıza o en çok ihtiyaç duyduğumuz. Ve sarardı şefkatli kollarıyla. Gülüşümüz içten; kahkahamız şen olurdu. Kafamız yastığa beş kala dalardık uykuya. Kim bilir; belki mutlu rüyalar bile görürdük. En azından sabah olsun isterdik, gün yeniden başlasın ve sonra yeniden... Oyunlar kurardık; bozup tekrar kurardık ve sonra tekrar. Bir telafisi olurdu mutlaka her şeyin. Bir küser bir barışırdık. Uzun süren küslüklerimiz; mutsuzluklarımız, telaşlarımız; yalnızlıklarımız olmazdı. Ve biz; bir çocuğun damağındaki şeker tadında yaşardık. Ama yaşardık. Ve yaşamaktan hiç yorulmazdık. Keşke ÇOCUK kalabilseydik. Ya da bir çocuk oyunu oynar gibi yaşayabilseydik. Oyunlar kurup, olmadığında bozup; yeniden aynı heyecanla fakat daha özenli  devam edebilseydik. Öncesini ya da sonrasını düşünmeden, kaygısız. KEŞKE çocuk kalmayı başarabilseydik ve büyümek istediğimizde kızanlara hiç bir anlam veremeseydik...

Öznur HEDİK

8 Eylül 2011 Perşembe

ÇIĞLIK

Bazen hayata çok erken geldiğimi düşünüyorum. Bazen de geç kaldığımı...Tam zamanı demişliğim azdır bir çok şey için...Gitmek zamanı gidemeyişlerim, konuşmak zamanı susmuşluklarım(...)var benim... Beklemeyi bile beceremeyişim bundan... Korkumdan... Ya hep geç kaldım ya da çok erken çünkü... İçimde koca bir boşluk... Yerini neyin dolduracağını başını, sonunu, sınırlarını kestiremediğim bir boşluk... Dışarı çıkmak geliyor içimden... Çığlık atmak... Derin derin nefes almak... Solumak karanlığı... Koşmak... Bağıra çağıra şarkılar söylemek... Sonra oturup bir köşeye; geceyi dinlemek... Gülmek sebepsiz... Saatlerce gökyüzüne bakmak... Yıldızların gizemini düşünmek... Kendine benzetmek o en uzaktaki en cılız olanı... Sonra en parlak olanı seçmek inadına... Biraz üşümek... Sonra kalkıp yürümek... Nereye gittiğini bilmeden; rotasız, merak bile etmeden.... Ayak seslerimi dinleyerek... Mesafe dinlemeden... Sonra çıkarıp elime almak ayakkabılarımı... Toprağı hissetmek... Bir kere de olsa telaşsız, zamansız, sebepsiz, sadece kendim için yaşamak geliyor içimden...
O kadar zor ki bu... Kahretsin...Çünkü yine çok geç...

Öznur HEDİK

Gri Kelebek sitesinin tüm hakları Öznur HEDİK'e aittir.
İzin alınmadan ve kaynak göstermeden alıntı yapılamaz!


Paylaş!

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites