15 Nisan 2012 Pazar

KRAL ÇIPLAK

Şu kadın programları... Bugün şöyle bir göz attım. Şaşırdım ve biraz da kızdım doğruyu söylemek gerekirse. Son yıllarda kadının toplumdaki yeri, hakları ve özgürlükleri konusunda çok fazla konuşulur, yazılır, çizilir, hukuki alanda bir çok değişiklik yapılırken; hakikatte benim de savunduğum bu adımlar atılırken, nasıl oluyor da birileri çıkıp bu zırvalıklara hadi buyurun, alın size kadın programı diyebiliyor?
Özel bir ad konmuş üstelik: ''KADIN PROGRAMI'' İçerisinde ne dünyayı ne de ülkeyi ilgilendiren bir şey bulunmayan, kültür-sanat adına hiç bir şey içermeyen, eğitici-öğretici bir niteliği olmayan bu saçmalıklara nasıl oluyor da ''KADIN'' etiketi yapıştırılıyor? Benim ülkemin kadınına layık görülüp sunulan bu mu yani?
Ya da şöyle mi sormak gerekir acaba? Bu bir arz-talep meselesi mi? Gerçekten benim ülkemin kadını kendini buna mı layık görüyor? Eğer öyle ise nasıl çözeceğiz biz bu sorunu? En başta kadının kendisi kendini değerli görmezse, kendini geliştirmek adına hiç bir çaba göstermezse, biz onları yalnızca okur-yazar yaparak, iş hayatında, siyasi hayatta, medeni kanunda türlü haklar sunarak, özgürlükler tanıyarak, onları değerli mi kılmış olacağız? Bu mümkün değil!
Kadınlar hayatlarındaki olguları ''veya''larla sınırlamamayı öğrenmeli. Onlara en başta ''ve'' kullanmayı öğretmeli. Ne kadar çok ''ve'' o kadar çok bilen kadın, sosyal kadın, çağdaşlaşan kadın.
''Hafta sonları nasıl zaman geçiriyorsunuz?'' sorusuna; temizlik veye televizyon yerine temizlik yapıyorum ve televizyon izliyorum ve kitap okuyorum ve seminerlere katılıyorum ve sinemaya gidiyorum ve spor yapıyorum ve sosyal sorumluluk projeleriyle ilgileniyorum ve... ve... ve... diye cevap vermeli kadınlarımız...
En başta bunu öğretebilmeli ki, hiç bir sosyal imkanı bulunmayan, yaşadığı coğrafya, kültürel ve ekonomik nedenler dolayısıyla farkında, bilen ve isteyen kadınlar olmalarına karşın ulaşamayacak durumda olanlar; yalnızca televizyon imkanı var ise kendine ait olanı kendisi seçebilmeli. Eğer bir kadın gerekli görüyor ve kendini ilgilendirdiğini düşünüyorsa; ekonomi, spor, sinema, müzik, kültür-sanat, psiko-sosyal, anne-çocuk içerikli programlar da pek tabi kadın programı olma özelliği taşıyabilmelidir.
Aslında benim kızdığım; o basit, kadınları sadece başkalarının hayatlarını irdeleyen, kadınsal görev ve sorumluluklar dışında hiç bir işi olmayan, süsten püsten, dedikodudan ibaret bir yaşam süren varlıklarmış gibi düşünüp, buna yönelik programları, siz buna layıksınız diyerek sunmaları değil; kadın dediğin başka nedir ki demek istercesine, bir yandan yüceltirmiş gibi görünüp diğer yandan aşağılamaları asıl kızdığım.
Biraz kelimelerle oynayalım mı? Bakın nasıl çıkacak bu gerçek gün yüzüne: ''Karı gibi ağlama.'' Bu söylemi anlamaya mantığım yetmiyor mesela.  Aynı beyin değil mi su söylemi de telaffuza döken? ''Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.'' Neresi yanlış öyleyse? Ben de diyorum ki tüm açık yürekliliğimle: Hey erkek milleti! Ağlayacaksanız karı gibi ağlayın öyleyse... Yalansız...
Yeryüzünde kadından daha değerli ne olabilir ki? Kadın demek: hakikat demek, ana demek... Yaratılmışların içinde; ismen de cismen de bu kavramın üstünde başka hiç bir şey de yoktur zaten... En önemli, birinci, esas ve özü yansıtan her şeye verilebilecek daha güzel bir isim de bulunamamıştır yıllarca. İşte bu yüzdendir ki şu söylemler ortaya çıkmıştır: Ana madde, Ana Haber, Anayasa, Anavatan...
Hadi biraz daha oynayalım öyleyse kelimelerle... Karı-koca olmak... Şu evlilik denilen şey... Toplumun bir kısmı evlilik kurumunu hala ait olmak ve sahip olmaktan ibaret sayıyor. Ve nedendir bilinmez, ait olmayı kadına, sahip olmayı da erkeğe yakıştırırlar hep. Bu mantıkla düşünülüp, aitlik ve sahiplik olguları tek tek ele alınırsa, yani bir kadın aynı zamanda sahip değil de yalnızca ait ise bir eşyadan farksız olur. Sahip olunmuş ve üzerinde her türlü hakka sahip olunan bir eşya gibi. Onun adı olsa olsa ticaret olur. Ait olunacaksa erkek için de aynı şey söz konusu sahip olacaksa kadın da olmalı...
Aksi halde karı-koca kavramıyla şu şekilde oynamak daha doğru olur: Koca 'KAR'ı...
Bu nasıl bir döngüdür? Neden? Nasıl? Niçin? Küçük bir kız çocuğu, çocuk bile olamamışken kadın olabiliyor bu ülkede. Hatta anne bile olabiliyor. Başkalarının kendisine layık gördüğü hayatı yaşamaya mecbur bırakılıyor. Elbette acıtıyor canını. Başka türlü olması da beklenemez. Fakat aynı kadın, bir başka erkeği bir başka kadının hayatı hakkında her türlü kararı verme hakkına sahip olduğu zihniyetiyle yetiştiriyor.
Kadına saygı duymayan, değer vermeyen, erkek egemen bir toplum ne tuhaf ki yine kadınların elinde şekilleniyor. Hakları en çok çiğnenen o kadınların elinde. Demek ki kadının kendisi kendine değer vermiyor. Ya da veremiyor. Veremiyor çünkü: Yıllardır süregelen yaklaşımlar, kadının bastırılmışlığı kendinin değersiz olduğuna inandırmış onu ve inanmıyor bu düzenin değişebileceğine. Tıpkı fil eğitimi gibi... Filleri henüz küçükken ayağından kazığa bağladığınızda kaçamadığı için büyüdüğünde koca cüssesiyle bile kaçamayacağını düşünerek kaçmaya çalışmaması gibi. Psikolojide buna koşullu şartlanma deniliyor. Kadınlarda ise ben buna bastırılmış davranış diyorum. Bu yüzdendir ki kadının kendisi kendini değerli görmüyor. Kadının kendisine vermediği değeri de hiç kimse vermiyor.
Oysa ki herkes farkındadır kadının ne denli önemli, değerli olduğunun. Süt misalinde olduğu gibi... Beyaz temiz ve lezzetlidir. Ancak inek sütün içine pislerse parantez açar(kirli süt,kötü süt,kokan süt) der ve altını da pis diye çizersiniz. Bilirsiniz ki süt temizdir, değerlidir ve başka türlüsünü yakıştıramazsınız. Ama kirlendiğinde bunu vurgularsınız. 'Süt işte' deyip geçmezsiniz. Fakat ineğin dışkısına parantez açıp(kötü,mikroplu, kokuyor) demez altını da 'pis' diye çizmezsiniz.
Toplum tarafından hoş karşılanmayan, ahlak kurallarına, din kurallarına, adab-ı muaşerete uygun olmayan bir davranışla karşılaştığınızda; kadın ise, adının önüne ya da arkasına türlü sıfatlar eklenir, parantez açılır altı çizilirken,erkek ise ''erkek işte'' denilip geçilir. Peki nedendir? Bunun sebebi herkesin içten içe bildiği o gerçektir. Herkes bilir ki o değer basamağında kadın erkekten bir basamak daha yukarıdadır. Fakat kimse "kral çıplak" diyemez. Diyemez çünkü erkeğin egosu, kadının bastırılmışlığı buna engeldir. Öyleyse yüksek sesle söylüyorum işte KRAL ÇIPLAK!!! Öyleyse herkes bilsin ve anlasın ki: BÜTÜN KADINLAR DEĞERLİDİR!

Öznur HEDİK

GÖLGENİN AYAK İZLERİ

Eskiden hepimiz masumduk... Henüz kimseyi incitmemişken, dizlerimiz yara bere içinde ama kalplerimiz sağlam iken, yüzümüz kir pasak içinde fakat alnımız ak iken, sokakta koşturup oynarken ama henüz kimse bizimle oynamamışken ve hiç bir oyuna alet olmamışken... Hepimiz masumduk... Komşunun bahçesinden çaldığımız meyveleri saymazsak.
Saklambaç oynarken çaktırmadan kim nereye saklanıyor baktığımız oldu evet...  Arkadaşlarımızı ispiyonladığımız, kapı zillerine basıp kaçtığımız, cam kırdığımız, kısacık küslüklerimiz, kırgınlıklarımız oldu. Laf dinlemişliklerimiz de oldu söz dinlememişliklerimizde elbet... Ama yine de en masum en şeffaf hallerimizdi onlar...Haylazlıktı belki ama hiç değilse suç değildi...
Ah şu büyükler... Büyüyelim diye dualar ettiler hep, gözümüzün içine baktılar...O kadar süslü püslü o kadar yaşanası gösterdiler ki büyümeyi...Sahi onlar şeffaf kalmayı becerebilmişler miydi? Bu kadar istediklerine göre iyi bir şey olsa gerekti büyümek...Hepimiz istedik... İstedik ya; meğer büyümeyi istemek en büyük çocukluğumuzmuş...
O kadar lezzetli olduğunu sandık ki... Zaten büyümemiz karşı konulmaz bir doğa kanunu olmasaydı da, biz çocukluğumuzu saklamak, korumak için hiç bir çaba harcamayacaktık... Cebimizdeki bozuk paraları şekerciye kaptırdığımız gibi yani... Çocukluk işte...
Hangimiz başarabildik ki şeffaf kalabilmeyi...Meğer komşunun bahçesinden çaldığımız eriklere öyle çok kaptırmışız ki kendimizi; hayaller çaldık sonra, umutlar çaldık...Çocuk oyunlarımızın hilelerini taşıdık yaşantımıza...Oynadık! Hileler yapa yapa oynadık...Kendi kendimize oynadık... Kandırdık! Herkes birbirini kandırdığını sanırken , kimse farkına varmadı yalnızca kendini kandırdığının...
Adeta gölge gibi yaşamaya başladık.Işığa muhtaç, ışık altında ama karanlık... Işığı beklemeyi mi, Işıktan kaçmayı mı seçtik bilinmez... Ama onunla kucaklaşamadığımız kesin...Çünkü hiç birimiz saydam kalmayı beceremedik...Saydam kalabilseydik eğer, ışığın gücünü ensemizde hissettiğimizde, önümüzde koca bir karanlık görmezdik...
Gölgeler gibi korkakça yaşadık...O kadar ağır yükler yükledik ki omuzlarımıza dahası vicdanlarımıza; ışıktan korktuk... Korktuk ya karanlığa bile sığınamadık...Çünkü artık hiç birimiz masum değildik...Bir gölge gibi karanlıkta kaybolmaya mahkumduk...

Öznur HEDİK

Gri Kelebek sitesinin tüm hakları Öznur HEDİK'e aittir.
İzin alınmadan ve kaynak göstermeden alıntı yapılamaz!


Paylaş!

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites